“‘Polislerin
translara sokakta yürürken bile ceza yazdıklarını, LGBT bireylere kötü
davrandıklarını biliyoruz. Siz olayın diğer tarafındayken, yani polisken
nasıldı durum’?
‘Mesleğe ilk
başladığımda, kendi yönelimimi kabul etmediğim zamanlarda, karakola bir
travesti gelmişti. Ama kolları kan revan içerisinde… Polis arkadaşlar da dalga
geçiyor. Çok zoruma gitmişti. Kızı nezarete atacaklardı, hayır, dedim. Onu
bizim dinlenme odamıza götürdüm, bir kahve yaptım. Sağlık raporuna da ben götürdüm.
Bana dediği tek şey: ‘İlk defa bir polis tarafından insan muamelesi görüyorum’.
Orada çok duygulanmıştım.’”*
Çiçek
Tahaoğlu’nun “Meslekten Kovulan Eşcinsel Polis Anlattı” haberinden bir bölüm
okudunuz.
“İnsan yerine
konmak”? Büyük resme bakacak olursa aslında ne kadar da günü kurtarıcı bir
yaklaşım. Milyarlarca insan-dışı-hayvanın cehennem edilmiş tutsak hayatlarının
hem gözümüzün önünde, hem gözümüzden ırakta süre geldiği ya da süre götürüldüğü
bir gerçeklikte vücut parçaları ile çıktılarının, bedenleri ve hayatlarının
hizmetimize sunulduğu hayvan sırtı üzerinden geçinen dünyamızda sadece insan
yerine konsaydık(!)
Ayrıcalıklı
dokunulmazlık kalkanı ardında sığınmaya çalıştığımız “insanlık” konumu,
adaletsizlik ve ayrımcılık edimlerinin kendiyle mücadele edip bunları
sönümlendirmek yerine bunları olduğu gibi bırakıp “insana terfi etmek” suretiyle kendini kurtarmaya çalıştıkça adaletsiz ve ayrımcılık, olgusal olarak
süregelmeye devam edecek.
Eğer insan-dışı-hayvanlar
üzerinden devam eden bu katliam ve kullanım düzenine son vermezsek, bu
adaletsizlik ve ayrımcılığın maruz bırakılanları konumundaki hayvanlar için
kaçınılmaz gerçek; kendi hayatlarını yaşamak yerine, mal ve kaynak olarak
görüldükleri dünyada, hizmet edecekleri kullanıcıların kullanılanı olarak
kalmak olacak.
Öte yandan, bütün
hissedebilir türleri kapsayan adalet ve özgürlüğün değil, ayrımcı fikirlerinin
var ettiği iktidarın hükümranları için Homo sapiens sapiens türdaşları arasında
“sınırı aşanları” cezalandırma yollarından biri de, onları insandan çıkarıp
hayvanlaştırmak ve sonrasında kölelik ve katliamdan nasibini aldırtmak
olacaktır.
Adını koyalım.
Irkçı ideoloji için bir grubu yok etmeyi meşrulaştırmanın en kolay yolu o grubu
“insan”dan uzaklaştırmak olmuştur. Irkçı Nazi ideolojisi; Yahudileri, Slavları,
Çingeneleri ve Afrikalıları “untermenschen” yani “altinsan” olarak tanımladı.
Bu şekilde onları hayvana yaklaştırmışlardı. Ne de olsa hayvan insandan “alt”
idi ve kendi çıkarlarımız söz konusu olunca onları öldürmekte sorun yoktu(!)
Birbirine savaş
açan ülkelerin birbirini sıçanlıkla; belli kesimlerin diğerlerini köpeklikle
suçlamasının temelinde, net şekilde insandan aşağıda tutulan hayvanlara
yapılabilecek her türlü menfi icraatın meşruiyet fikri yatmaktadır.
Erkin, kadına
biçtiği üretici rol, her gün kırsalda-endüstride tavuk ve inek üzerinden
yeniden inşa edilmiş olunmuyor mu? Hissedebilirlik (öznel farkındalığa, sinir
sistemine sahip olmak; acıyı, mutluluğu bilmek) bakımından aynı olduğumuz ve
kendi hayatlarının öznesi olabilecekken bizlerin nesnesi/kölesi haline
getirdiğimiz hayvanları tür ayrımı üzerinden bizden aşağıda konumlandırmamızın
ardında yatan ötekileştirme fikri gerçekten hayvanla sınırlı mı?
Peki ya kadınlar,
translar, eşcinseller, travestiler, interseksler, farklı dine mensup olanlar, ateistler,
farklı bir milletten olanlar ya da milletsiz olanlar, evsizler, sokakta
yatanlar; ötekiler? Baskın birkaç “normal” şablonunun dışında varlık gösteren
bireyler için ötekileştirilmek, toplumun en zayıf halkası olan hayvanları ötekileştirebildiğimiz
bir dünyada, ötekileştirme fiilinin kendini devam ettiren niteliğe sahip bir
edim olarak kaçınılmaz olacak. Hayvanlar özgür olmadıkça topyekûn özgürlük
olmayacak. Topyekûn özgürlük olmadıkça özgürlük olmayacak! Topyekûn özgürleşme
için düsturumuz hiç kimseye ayrımcılık uygulayamayacağımız ve başlama
noktamızın hayvanlar olduğu bir dünya tahayyül etmek durumundayız. Hayvanları
içine dâhil etmediğimiz bir etik çember, ayrımcılıktan vazgeçmediğimiz bir
adaletsizlikten başkası olmayacak.
Aradaki
bağlantıyı “okuyabiliyor” muyuz? Asıl derdiğimiz ayrımcılık olgusuna kendisine
karşı çıkmak olduğunu fark edebiliyor muyuz? İnsan türüne karşı yapılan
ayrımcılıklardan şikâyet ederken insan türü olarak her yıl yüz milyardan fazla
hayvana uyguladığımız ayrımcılık sonucu onları köleleştirdiğimiz ya da
öldürdüğümüzü görebiliyor muyuz? Etik olarak yapılması gerekenin,
insan-dışı-hayvanları, etik çemberin dışında tutmak değil içine almak gerektiği
hususunda hem fikir değil miyiz? İnsana “terfi” etmek yerine, hayvanla vücut
dokunulmazlığı ve özgürlük bakımlarından aynı çizgide olmamız gerektiği
sonucuna, insan-dışı-hayvanların hissedebilirlik noktasında bizlerden farkı
olmadığını biliyor olarak varmıyor muyuz?
Özgürlük ve adaletin
teşekkül edebilmesi için, insan-dışı-hayvanların köleleştirildikleri bu haksız
gerçekliğe karşı özgürlüğün kazanabilmesi için, hayvanlara bunu yapıyor
oluşumuzun etik olarak yanlış olduğu için, topyekûn özgürleşme için terfi
etmeye değil ayrıcalığı ortadan kaldırmaya ihtiyacımız var.
Bu ayrıcalığın
ismi türcülük, ortadan kaldırılışının adı ise veganlıktır.
İnsan-dışı-hayvanlar,
tıpkı insan gibi hissedebilir canlılardır. Acıyı, mutluluğu, tutsak edilmeyi,
hazzı, ıstırabı ve stresi bilirler; sinir sistemleri vardır. Hiçbir hayvan; mal
veya kaynak, yiyecek veya içecek, kıyafet veya aksesuar, kozmetik veya medikal ürün, denek veya
eğlence, ulaşım, spor veya kumar aracı değildir. Vegan olmak, hissedebilir
bütün canlılara karşı âdil olmak ve hep birlikte özgürleşmek için başlama
noktasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder